Yılmaz Sandıkcı
Herşey Çocuklar İçin
Okullar açılıyor ya, birileri heyecanlı, birileri buruk. Yaşadıklarımızdan daha iyisini çocuklarımız için istiyoruz ama tabi ki gücümüzün yettiği kadarını yapabiliyoruz. Tüm çabamız çocuklarımızın daha iyi bir gelecekte yaşaması için…Ama onlara sormuyoruz ne istediklerini, biz biliyoruz ya en iyisini, onlar nereden bilsinler kötüyü iyiyi, geleceği!?
*
Ben de böyle düşünüyordum ama yurt dışında kaldığım sürelerde yaşadığım farklı tecrübeler sonucu bakışım değişti. Bu değişim sayesinde çocuklarım doğduktan sonra, bir daha büyüdüm onlarla birlikte sanki. Yalnızken farkına varamadığım boşlukları dolduracak bilgiler buldum onların küçücük davranışlarında...
*
Evet, çok küçükler ama büyük anlamlar yüklüyorlar düşüncemize, algımıza, yaşamımıza. Çocuklardan öğrenme fırsatını kaçırmamaya çalışırken şunu fark ettim; Kendi algımız ile onlara bir gelecek vermeye çalışırken, geleceğin bizim algımızdan ziyade onların gerçekliğinde yapılandığını görmüyoruz. Onları kendi kalıplarımıza sokmaya çalışarak, aslında onların gelecek algısına zarar veriyoruz. Bunu yaparken de de elbette onların iyiliğini istiyoruz diye kendimize teselli veriyoruz.
*
Henüz bebekken bile öğretiyor küçükler, öğrenmesini bilen büyüklere. Çok da büyüklenmemeliyiz bence ve saygı duymalıyız onların temiz, ön yargısız zihinlerine. Onları yönlendirmeliyiz ancak gütmemeyi de öğrenmeliyiz bence!
*
Bir ihracatçı olarak onlarca ülkeye gittim, onlarca farklı millet ve kültür tanıdım… Geçmişe, güncele, geleceğe, tarihe, çocuğa, yetiştikine, kadına, erkeğe, hayvana, bitkiye, doğaya, sanata, siyasete kısaca yaşama dair nice farklı bakış açıları gözlemledim. Yaşamı tanımlama ve anlamlandırmanın yedi rengini de gördüm sanıyorum. İlk gözağrım, oğlum Bilgehan doğduğunda bu renklerin yaşamımı daha farklı bir ışıkla aydınlattığını fark ettim. Sonradan kızım İrem Nur doğunca bir de pembe katıldı ışığıma…
*
Oğlum erkenden konuşmaya başladığında ne kadar mutlu olduk anlatamam. Arkası gelmeyen soruları sıralayınca, itiraf edeyim yorulduğumu hissettim bir an. Ancak çocuktan gelen soruları cevapsız bırakırsak, cevapsız bıraktığımız soruları başkalarının cevaplayacağını ve o başkalarının da sevimli, güler yüzlü, tatlı dilli olsalar, hayrlı görünseler dahi cevapları çocuklarımızı kendi menfaatlerine göre yönlendirecek şekilde vereceği ihtimalini hatırladım!... Yılmadan cevaplamaya çalıştım.
*
Cevap vermekten yorulduğum zamanlarda, cevapları oğlumun kendi yorumuna bıraktım. Örneğin, her yurt dışı seyahatine gidişimde oğlum ince ince sorardı “o ülke nerede? Düşman mı dost mu?” diye… Döndükten sonra da devam ederdi sorularına. Her cevabımdan sonra da “niye?” diyerek sorularına yeni sorular eklerdi. Baktım sonu gelmiyor, “şöyle bir kural var oğlum” dedim bir gün “bir ülkenin bize dost veya düşman olması bizim gücümüze bağlıdır!”
*
“Nasıl yani?” diye sordu yine… “Biz güçlü olduğumuz sürece düşmanlarımız bile dost görünmek zorunda kalır” diye cevap verdim. Bu anlatımla iyi sonuçlar aldığımı düşünürken, bu sefer de tarih atlasına bakmış ve anlamış; “baba, şu şu şu ülkeler eskiden bizimmiş ama şimdi bizim değiller! Niye?” diye sormasın mı!... Hadi gel şimdi cevap ver ana okuluna giden çocuğa!... Tarihin akışını anlatacak değilim ya? “Oğlum eskiden bizim çocuklarımız da askerlerimiz de güçlü olduğu için o ülkeler bizim idi. Sonra zayıfladık ve o ülkeleri kaybettik” dedim… Bu sefer “niye zayıfladık baba!?” diye sordu. Şöyle bir kurnazlık yaptım ben de “bak oğlum, eskiden yemeklerimiz bize güç veriyordu, sonra güç vermez oldu, niye biliyor musun?” diye ben sordum bu sefer. Oğlum “niye?” deyince de yapıştırdım cevabı; “Çünkü, düşmanlarımız “biz bu Türkleri yenemiyoruz en iyisi onları zayıflatalım demişler” ve bizim ülkemize hamburger gibi, pizza gibi, çikolata gibi yiyecekleri, kola gibi içecekleri göndermişler. Bunları yiyen çocuklarımızın güçleri azalmış sağlıkları bozulmuş sonra askerlerimiz zayıflamış ve o ülkeleri kaybetmişiz, anladın mı?”
*
Oğlum bu sefer “peki, bizim askerlerimiz önceden ne yiyormuş da güçleniyormuş?” diye sordu.. Hah işte, şimdi tam fırsatı dedim ve “hamburgerden çok çok önce hunburger varmış taa çok eski atalarımız zamanında. Sonra, Selçuklu köftesi daha sonra da Osmanlı pizzası çıkmış… Bunları yiyen çocuklar çok güçleniyormuş! Oğlum, “peki ne içiyorlarmış?! diye sorunca da cevap belli “Türk kolası” tabi ki. Hemen uygulamasını ya yaptım, pekmez ile suyu karıştırıp çalkaladım rengi de köpüğü de tuttu. O güne kadar istemese de bu bilgilerden sonra Türk kolası diye “pekmezli su” içmeye başladı. Tabi bir de kahvaltılarda da çikolata yerine Selçuklu çikolatası, yani tahin pekmez! Rengi de kıvamı da aynı, üstelik daha lezzetli ve sağlıklı. Bir de cevizli sucuk var, onu da Osmanlı çikolatası diye tanıttım! Cezeryeyi de unutmadım, o da Türk çikolatası… Ve saire, ve saire, ve saire…
*
Çocuklarımla böyle yemekleri konuşurken, aslında tarihi de uluslarası rekabeti de diplomasiyi de yeniden yorumladığımı fark ettim. Hem de çocukça bir bakışla. Size de tavsiye ederim. Fazla da şiyitmeyin derim…. Rusya’dan selam ve dua ile…