Ağustosun kavurucu sıcağında, klimanın serinliğinde otururken dışarıdaki hayatın tüm canlılığıyla devam ettiğini görmek ironik. Kuşlar öter, çocuklar sokaklarda oynar, benim içimde bambaşka bir özlem filizlenir: Kış.
Evet, doğru duydunuz. Yazın ortasında, kar taneleriyle bezenmiş pencere camlarını, evin sıcaklığını, o bembeyaz örtünün altında saklanan sessizliği özlüyorum. Belki de bu özlem, hayatın hızlı temposundan kaçmak, bir süreliğine de olsa her şeyi yavaşlatmak isteyişimden kaynaklanıyor.
Yaz, hayatın coşkusunu, renklerini ve hareketliliğini temsil ederken, kış bana göre daha içe dönük, daha sakin ve daha derin bir deneyim sunar. Kar yağışı, doğanın uykuya daldığı bir işarettir. Her şey bir süreliğine durur, dinlenir ve yeniden başlamak için hazırlanır. Bu döngü, benim için de bir nevi yenilenme sürecidir.
Kış günlerinde, sıcak bir içecek eşliğinde kitap okumak, pencereden dışarıyı seyretmek, ya da sevdiklerimle sohbet etmek bana huzur verir. O bembeyaz dünyada kendimi daha küçük, daha önemsiz hissederim ve bu da beni rahatlatır. Belki de bu yüzden, yazın ortasında bile kışın o dinginliğini özlerim.
Ancak bu özlem, kışın zorluklarını unutturmuyor elbette. Soğuk hava, buzlanma, kar yağışları hayatı zorlaştırabilir. Yine de, kışın güzellikleri bu zorluklara değer. Belki de bu yüzden, insan doğası gereği her mevsimin farklı bir güzelliğini arar.
Yazın sıcaklığında kışın soğuğunu, kışın soğuğunda yazın sıcağını özlemek belki de insanın doğasında var olan bir çelişkidir. Ama bu çelişki, hayatı daha renkli ve anlamlı kılan şeylerden biri değil midir?