Muhammed Mustafa Çetinkaya
Mevlevî Yemek Adabı
Bugün sizler yazımda Mevlevi Sofrası Adabı’ndan bahsetmek istiyorum. Mevlevilikte yemeğin yenmesi kadar pişirilmesi de çok önemli bir konuydu… Mevlevîlerde matbahın kudsiyeti vardır. Yemek de bu kudsiyet kadrosuna girer ve yemeğin pişirilmesi ve yenmesi, hususi törenlere tâbidir. Yemek pişince kazancı dede, kazan veya tencerenin kapağını açar, canlar kabı yere indirirlerdi. Kazancı dede şu gülbangi çekerdi: «Tabhı şîrîn ola, Hak berekâtın vere, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Ateş-bâzı Velî Hû diyelim» ve canlarla beraber bir Hû çekilirdi. Yemek vakti gelince matbahta sofralar kurulur, çevrelerine postlar konur ve her sofraya uzun bir havlu, çepçevre yayılırdı. Su vermek hizmetini alan canlar, testileri, bardakları hazırlarlardı. Kaşıklar, sapları sağa gelmek ve herkesin önüne düşen sofra üstüne yüzüstü kapanmak şartiyla sıralanırdı. Bu öbür tarikatlerin usulüne zıttı. Onlar, kaşığı açık korlardı. Herkesin önüne birer tutam da tuz konurdu. Sofra müdevver bir tahtaydı. Üç ayaklı büyücek bir iskemle üstünde dururdu. Bütün bu hizmetler görüldükten ve yemekler boşaltıldıktan sonra canlardan birisi salâcılık vazifesini ifa eder, yâni hücrelerin bulunduğu koridorda baş keserek yüksek bir sesle «Hûûûûû. Somata salâââââ» diye bağırırdı. Bu umumî bir davetti. Hücrelerin yerlerine ve mikdarına göre bir kaç yerde salâ edildiği olurdu. Herkes birer birer matbaha baş keserek girerdi. Şeyh de gelince beraberce sofraya oturulurdu. Yemeğe tuzla başlanır, tuzla bitirilirdi. Herkes sağ elinin şahadet parmağını diliyle ıslayıp önündeki tuza banar ve onu tadarak yemeğe başlardı. Yemek, bir kaptan yenirdi. Yemek esnasında hiç konuşulmazdı. Su istenecek olursa elinde testi ve bardakla, ayağı mühürlü olarak niyaz vaziyetinde bekliyen cana işaret edilirdi. Can, derhal bardağa su koyup bardağı öperek istiyene sunar, o da bardakla görüşüp, yâni bardağı öpüp suyu içerdi. Su içen, suyu içerken herkes sofradan el çeker, onu beklerdi. Bu suretle o, su içerken öbürleri bir lokma bile ondan fazla yememiş olurlardı. Hattâ ağızlarında lokma bulunanlar ya yutmazlar, yahut belli etmeden yutarlardı. Lokmasını ağzına götürmek üzere olan sofraya bırakıp yemekten el çekerdi. Su içen, aynı tarzda bardakla görüşüp sakiye sunardı. Şeyh, yahut tarikatçi veyaaşçıbaşı, yahut da bunlar yoksa kıdemli dedelerden biri, su içene «Aşkolsun» der, o da niyaz eder, tekrar yemeğe başlanırdı. Yemekte gülbankten başka söylenen lâkırdı ancak buydu. Yemeğin sonunda tarikatçi veya ser-tabbâh, yahut da şeyh: «Biz yoldaki sûfîleriz, padişahın sofrasında yemek yiyenleriz. Yarabbi, bu kâseyi, bu sofrayı daimî kıl» mealindeki şu beyti ve şu duayı okurdu: Mâ sûfiyân-ı rahim mâ tabla-hâr-ı şâhîm Payende dâr yârab in kâserâ vu hanrâ Salli ve sellim alâ eşref-i nûr-i cemî’-ilenbiyâi ve-l-murselîn ve-l-hamduli-l-lâhi Rabb-il âlemîn el-Fâtiha» Herkes Fâtiha’yı okuduktan sonra şu gülbangi çekerdi: «El-hamdü li-llâh, Eş-şükri li-llâh, Hak berekâtın vere, erenlerin hân-ıkeremleri, nân-u ni’metleri müzdâd, sâbih-ül-hayrât-ı güzeştegânın ervâh-ı şerîfeleri şâd-u handan, bâkıyleri selâmette ola, demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, kerem-i îmâm-ı Alî Hû diyelim: Hû.» Gülbang ekseriyetle pilâv gelince çekilirdi. Gülbang çekilirken eller, parmaklar içeriye doğru bükük ve sofrayı tutar vaziyette sofranın kenarına konurdu. Gülbangden sonra pilâv yenir ve şeyh sofraya eğilip baş keserek niyaz eder. Kalkar, herkes de kalkıp birer birer kapıda dönüp matbaha baş keserek çıkardı. Kalkılmadan leğen ibrik geldiği ve birisinin su döküp öbürünün sırtındaki havluyu uzattığı, ondan sonra sofradan kalkıldığı da olurdu. Mevleviler yemeğe lokma derlerdi. Fakat bir de hassaten lokma denen bir pilâv vardı. Bu pilâv, nohutlu, soğanlı, havuçlu, kestaneli ve yağlı etle pişmiş Belh-Özbek pilâvıydı. Herhalde Mevlânâ zamanından bir gelenek olarak kalmıştı. Burada şunu da kaydedelim ki Mevlevi matbahına haram olan şeylerden ve balıktan başka her şey girerdi. Yalnız evvelce de bir münasebetle kaydettiğimiz gibi balık pişirilmez ve yenmezdi. Bahariye Mevlevî-hânesi şeyhi Huseyn Fahreddin Dede, bunu mecmuasına şu suretle kaydetmiştir : «Ehl-i sülük, zi ruhun lâhmini ve mahsulünü tenavülden nefsini muvakkaten menetmek, eyyâm-ı riyâzata mahsustur. Semek tenavülü tasfiye-i kalbe hâil olması hukemâdan seyr-i ruhaniye sa’y tâife-i İşrâkiyye ve sûfiyye indinde musaddak olduğundan lahm-i semek tenavül olunmamak eyyam-ı riyâzata bilâ hasrin Mevlevî-hâne matbah-ı şeriflerinde tabhi memnudur.» Mevlevîlerde ayrıca «elifî somat» denen bir meşin sofra da vardır ki ince uzun ve âdeta Arap alfabesindeki «elif» harfine benzediği için bu adla anılırdı. Meydana, yahut matbaha boylu boyunca serilirdi. Canlar bunun kenarlarına karşılıklı otururlardı. Sofra kaldırılırken sabunlu bezle silinip kurulanır ve bir tomar gibi dürülürdü. Sevgi ve Selam ile…