Ayşe Özel
Yılan Yutan Adam
Hz. Pir Mesnevi’sinde hikayeleştirerek herhangi bir olayı değil hikmeti anlatır. Bu nedenle her bir hikmetin derinliğini anlayabilmek için sıradan bir kitap gibi okumaktan ziyade anlamaya ihtiyaç vardır. Aynı bölüm bazen birkaç defa okunur ki nakşolsun, derinliği yerini bulsun. Bu nedenle bende bu hafta bu hikmetlerden birinden daha bahsetmek isterim sizlere.
II. defterde anlatılan bu hikaye bizleri nefs gerçeği ile bir kez daha yüzleştiriyor. Onun esiri olduğumuz zamanki durumumuzu, ondan kurtulmak için yapmamız gerekenleri ve sonunda çıkacağımız ferahı Hz. Pir satır satır nakşediyor.
Hz. Pir okuyacağımız satırlarda hangi sırları bizlere anlatmak istedi ise, Rabbim onları yüreğimize ilmek ilmek işlesin, idrak ettirsin ve hayatımıza dahil etmeyi nasip etsin.
“Akıllı birisi atına binmiş gidiyordu. Uyumuş bir adamın da ağzına yılan giriyordu. Atlı onu gördü. Yılanı ürkütüp kaçırmak için atını sürdü ise de başaramadı. Atlının aklı fazla idi. Yâni çok şeye aklı erdiği için, uyuyan adama var gücü ile bir kaç topuz vurdu. Adam topuzun acısından sıçradı, bir ağacın altına kaçtı. Ağacın altına bir çok çürük elma dökülmüştü.
Atlı; "Ey dertli kişi bu elmalardan ye!" dedi. Adama o kadar elma yedirdi ki artık yedikleri ağzından geri gelmeye başladı.
Elma yiyen garip; "Ey Emîr!" diye bağırdı. "Ben sana ne yaptım ki bana böyle zulm ediyorsun? Bunun sebebi nedir? Gerçekten de canıma bir kasdın varsa bir kılıç vur. Birden kanımı dök, iş bitsin." dedi.
"Sana göründüğüm saat ne uğursuz saatmiş, senin yüzünü görmeyen kişi ne mutlu kişidir. Bir cinayet işlemeden, az çok bir suç yapmadan bu sitemi, bu zulmü dinsizler bile caiz görmez. Söz söylerken bile ağzımdan kan fışkırmada. Allah'ım bu adamın cezasını ver."Her an ona kötü sözler söylemekte, lanet etmekte idi.
Atlı ise "Bu ovada koş bakalım." diye durmadan ona vuruyordu. Adam atlının korkusundan, topuz acısından rüzgâr gibi koşmaya başladı. Koşuyordu ama, yüz üstü yerlere kapaklanıyordu. Karnı tıkabasa dolu idi. Gözünden uyku akıyordu. Yorgundu. Ayakları, yüzü yara bere içinde kaldı. Bedeninde de yüzlerce yara açıldı.Atlı akşama kadar o adamı koşturdu durdu.
Sonunda adamın safrası kabardı. Kusmaya başladı. Onun yediği her şey ağzından çıktı. O yemeklerle beraber yılan da dışarı fırladı. Ağzından o yılanın çıktığını görünce, o iyi kalpli kişinin, o atlının önünde yerlere kapandı.O kara, çirkin, iri yılanı görünce bütün dertlerini unuttu.
Atlıya dedi ki: "Sen rahmet cebrâilisin, yahut da nimetler veren bir lütuf sahibisin. Seni gördüğüm saat ne kutlu bir saatmiş; ben ölmüş gitmiştim; bana yeniden can bağışladın. Senin yüzünü görene, yahut ansızın mahallene gelene ne mutlu... Ey tertemiz ve övülmeye lâyık olan rûh! Sana ne kadar kötü, ne kadar boş sözler söyledim. Ey benim efendim! Ey pâdişâhlar padişahı! Kusura bakma, o sözleri ben söylemedim. Benim bilgisizliğim söyledi. Eğer bu hâli azıcık bilmiş olsaydım, münasebetsiz sözler söylemezdim. Bunu bana birazcık açsaydın ey güzel huylu! Ben seni överdim, hem de çok överdim. Fakat susuyor, coşup köpürüyor, bir şey söylemeden başıma vuruyordun. Başım sersemledi, aklım başımdan gitti. Zâten beyni küçücük olan bu başta akıl mı kalır? Ey güzel yüzlü, ey güzel işli! Beni bağışla, söylediklerimi deliliğime ver."
Atlı adam dedi ki: "O hâli birazcık anlatsaydım ödün patlardı. Ciğerin de o anda erir, su kesilirdi. Yılanı sana anlatsaydım, onun nasıl olduğunu söyleseydim, korkudan canın çıkıverirdi. Hz. Mustafa (s.a.v.) efendimiz de buyurmuştur ki: 'Sizin kendi içinizde, canınızda olan düşmanı, yâni nefsinizi size açıkça anlatacak olsam, cesur kişilerin bile ödleri patlardı. Ne yola gidebilir, ne de bir işin çâresine bakarlardı.'
Eğer Peygamber efendimizin bildiklerini bir kişi bilmiş olsaydı, ne niyaz etmeye, yalvarmaya gönlünde bir güç bulabilirdi, ne bedeninde oruç tutmaya, namaz kılmaya bir kuvvet kalırdı. Kedinin önündeki fare gibi, yok olur giderdi. Kurdun önündeki kuzu gibi ölürdü. Ne hilesi kalırdı, ne de yolu yordamı. Onun için, ben, içinizdeki korkunç düşmanı size söylemeden sizi terbiye etmede, yetiştirmedeyim."
Atlı içine yılan giren adama dedi ki: "Eğer sen içindeki yılanı bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusmaya... Senden uygunsuz sözler işitmekle beraber, atımı sürüyor, seni koşturuyordum. İçimden de: 'Yâ Rabbi, yılanın çıkmasını kolaylaştır.' diye duâ ediyordum.
Seni koşturduğumun sebebini söylemiyordum. Fakat seni kendi hâline bırakmak da elimden gelmiyordu."
Yılandan kurtulan adam secdeler ediyor; "Ey bana kutluluk, ey benim devletim, definem, hazinem! Ey yüce kişi, bu hayırlı işin karşılığını Allah'tan bul. Bu zayıfın sana şükr etmeye gücü, kuvveti yok. Ey kendisine uyulan er! İyiliğinin karşılığını sana Allah versin. Bende sana şükredecek dudak da yok, çene de yok, ses de yok."
İşte akıllıların düşmanlığı böyle olur. Onların verdikleri zehir bile cana safadır, ruha gıdadır.”
Belki de yediğimiz çürük elmalar, dizlerimizdeki yaralar, düşüp kalkmalarımız, uykusuz gecelerimiz ve döktüğümüz gözyaşlarımız içimizdeki yılanı dışarı atabilmek içindir kim bilir…
Ve duam odur ki Rabbimiz içimizdeki yılanı dışarı çıkaracak kendine yakın dostlarını bizlere de dost eylesin. Çünkü bizler o yılanın içimizde olduğunun çoğu zaman farkında bile değiliz.
Sevgi ve saygı ile…