İsmehan Tüfekçi
Hayat ertelemeye gelmez
Selamlar kıymetli okurlarım
Hayatı ıskalamak sözünü daha önce duymuşsunuzdur. Ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur umarım. Bu hayatta karışımıza iyi veya kötü durumlar çıkabilir. Bazılarının iyi olacağını düşünürüz, bazılarının ise kötü anılar getirebilir. Ancak bunları yaşamadan, görmeden bilemeyiz. O yüzden hayatı olduğu gibi yaşayın. Neyin ne olacağı bilemezsiniz. Yine sevdiğim bir söz var. 'Hayatım alt üst olur diye ne diye korkuyorsun, ne biliyorsun hayatının altının üstünden güzel olmadığını' diyerek. O yüzden hayatınızı ertelemeden önünüze gelen güzellikleri yaşamaya devam edin. Sonuç olumsuz olursa da tecrübe etmiş olursunuz. Yazımı sevdiğim bir hikaye ile bitirmek istiyorum.
"Hayatta neleri ıskaladığımızı hiç durup bir düşündünüz mü? Bir şeyi tercih ederken aslında nelerden vazgeçtiğimizi?
Nasılsa hep birlikteyiz diye en yakınlarımızdan neleri esirgediğimizi? Neyse, bu hafta olmadı, haftaya inşallah diyerek neleri, belki bir ömrü ertelediğimizi? Bu kadar emin miyiz bizim için veya sevdiklerimiz için bir yarın olduğuna gerçekten?
Servise bindiğimizde sıcacık bir gülümsemeyi ve hatta bir günaydını esirgiyoruz iş arkadaşlarımızdan. İşe gelince de sıradan bir “Nasılsın?” deyip arkadaşımıza, cevabını bile dinlemeden telaşla işe girişiveriyoruz. “Dün buradaydı ve iyiydi, nasılsa yarın da burada olacak.” diye mi düşünüyoruz? Peki ya yarın işe geldiğimizde onun acı bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini öğrenirsek.
Çocuğumuz bacağımıza sarılıp çekiştirdiğinde “Şimdi olmaz, şu bulaşığı bitirmem gerekiyor.” Ya da “Dur şimdi, önemli bir haber izliyorum, görmüyor musun?” diyerek küçük bir öpücüğü, bir kucaklaşmayı bile erteliyoruz çoğu zaman. Zaman ilerlediğinde, çocuğumuzun küçüklüğü hakkında bir şeyleri hatırlamak isteyip de hatırlayamadığımızda artık çok geç olmayacak mı?
Yirmi dakikalık yol için otobüse biniyoruz, ne zamana kadar yürüme kabiliyetine sahip olacağımızı bilmeden ya da engelli birinin yürümek için neler verebileceğini düşünmeden. Her tercih bir vazgeçiştir aslında.
Takip ettiğimiz bir diziden vazgeçmemek uğruna, arkadaşlarla yapılacak hoş sohbetlerden vazgeçiyoruz.
Para, kariyer, şöhret uğruna ailemizden, dostlarımızdan, değerlerimizden ve hatta hayatımızdan vazgeçiyoruz.
Sokakta kafamız önümüzde yürüyoruz; öten kuşları, yeşeren ağaçları, flüt çalan küçük çocuğu, size bakıp gençliğini hatırlayan yaşlı teyzeyi bile fark etmeden, öyle, hızlı hızlı geçip gidiyoruz hayatın kıyısından. Ya da hayat geçiyor bizim kıyılarımızdan ve bir türlü uzanıp yakalayamıyoruz. Çünkü hep yetişilecek bir yerler oluyor hayatta, hep yetiştirilecek bir işler, hep kaçırılmaması gereken otobüsler, uçaklar… Peki ya kaçırdıklarımız, yetişemediklerimiz.
Şöyle bir hikâye anlatılır: Meksika´da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulur. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızlı tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturur ve böylece beklemeye başlarlar.
Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremezler. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulurlar, sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına varırlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar:
—Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?
Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzeldir ki:
—Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.
Bir gün geri dönüp baktığımızda her şey için çok geç olacak ve muhtemelen ruhlarımız taaa çocukluğumuzda kalmış olacak. Sadece pişmanlıklarımızı yaşayacağımız bir hayatımız bile olmayacak. O zaman Yarın değil bugün, hemen şimdi."